top of page

Yeminimiz



ree


-İşler hiç iyi değil Murat.

-Aynen Ömer, Kaç cadde geziyorum topladığım anca iki üç tane.

-Ne yapacağız oğlum, daha fazla gezeceğiz.

-Mendil işine girsek, tutar mı?

-Onun da artık bir şeyi kalmadı ki.

-Cam silme?

- O hiç olmaz, ben onu denemiştim zarara bile giriyorsun.

-Deme ya.

-Valla.

-O zaman biz böyle kağıt toplamaya devam.

-Ne yapabiliriz ki zaten. Boş ver şimdi onu. Yusuf Dede’ye gidelim mi?

-Vallahi güzel olur epeydir onun simidinden yemedim.

İşte gidiyorlardı iki büyük insan. Taşıdıkları ağır, bedenleri hafif. Kederleri boyunlarını geçer. Yaşadıkları ömürlere bedel. Onlar hep hayatın keskin tarafını gördüler. Mutluluk sadece lügatta yazan bir kelamdı. İşte şimdi onlar, karanlıktan onları kurtaran ve de güzellikler içinde yaşatan Yusuf Dedelerine gidiyorlardı. Eyüp Sultan’ın kuşlarla dolu meydanında bir köşede simit satan biriydi Yusuf Dede. Sokağa atılmış bu iki çocuğa sahip çıkmıştı. Kendisinde de bir şey yoktu onlara iyi bir hayat veremezdi ancak, verebileceği, en güzel şeyleri verdi onlara. Ahlak ile, iman ile yetiştirdi onları. Sokakların karanlığına, bataklığına asla bırakmadı onları. Onlara vatanın, bayrağın, ezanın değerini öğretti. Bu iki mazlumda istikamet üzere yürüdü. Belki güzel bir hayatları yoktu ama, altın birer kalpleri vardı.

-Esselamün aleyküm.

-Ve aleykümüsselam, hoş geldiniz çocuklar. Alın bakiyim simitlerinizi.

-Hoş bulduk dede, Allah razı olsun.

-Çocuklar bugün Cuma. Unutmayın cami’ye gideceksiniz.

-Biliyoruz dede, merak etme.

-Bugün ayın kaçı ya çocuklar?

-Çarşamba on üçüydü. On dört, on beş. Evet on beşi bugün.

-Bakıyım bir takvimde bugün ne yazıyor.

-“Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz." Al-İmran Süresi otuz dokuzuncu ayet.

-Bu ne demek dede?

Yusuf Dede hafifçe yerinden doğruldu. Bir anda durakladı ve şunu dedi:

-Zaman, mekan ne olursa olsun “La tahzen innallahe meana, üzülme Allah bizimle beraber” diyebilmektir. Ne kadar acı çeksen de “Kahrı da hoş lütfü da hoş” diyebilmektir. Asla, umudunu kesmeyip kuyudayken bile Ona güvenip, yardım dileyen Yusuf(as) gibi dirayetli olmaktır. Erbakan Hoca’nın dediği gibi “Zafer İnanlarındır, ve zafer yakındır” demeyi bilmektir. Ve en önemlisi “Sefer bizim, zafer Allah’ındır” demektir.

Ömer ve Murat birbirine bakıyorlardı. Bir coşku kaplamıştı onu. Dede de anı bir çıkış yaptığının farkına varmıştı.

-Kusura bakmayın çocuklar, neyse bittiyse simitler haydi, allahismarladik,

Çocuklar dedelerinin ellerini öperek, yanından ayrıldılar. Kağıt toplamaya başladılar. Vakit Cuma vakti olunca ilk gördükleri camiye girdiler huzurla. Cuma’nın bereketinden midir bilinmez dün kinden daha fazla kağıt bulmuşlardı bugün. Mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Akşam vakti olunca evlerinin yolunu tuttular. Pek bir sevinçliydiler şakalaşarak, güle, eğlene geliyorlardı eve. Yavaşça evlerinin kapısını çaldılar. Yusuf Dede kapıyı açtı onlara ama, beti benzi atmıştı. Hiçbir şey demiyordu.Sadece küçük eski tüplü televizyonlarını gösteriyordu çocuklara. Şu yazılıydı ekranda “Türkiye’yi İşgal Girişimi”

Hilalin son sancağı. İslam’ın son kalesine bir taarruz başlamıştı. Rengini şehit kanından alan al bayrağı, ilkini Bilal-i Habeşi(ra)’in okuduğu Ezan-ı Muhammediye’yi susturmaya ant içmişler harekete geçiyorlardı. Ve kararlı, cesur, yiğit bir ses yükseldi.

-“Milletime bir çağrı yapıyorum milletimizi illerimizin meydanlarına davet ediyorum. Havalimanlarına davet ediyorum. Milletçe meydanlarda, havalimanlarında toplanalım. Bu azınlık grup tanklarıyla toplarıyla gelsinler ne yapacaklarsa halka orda yapsınlar. Halkın üzerinde bir güç ben tanımadım bugüne kadar.”

Reis-i Cumhur milletine böyle seslendi. Böyle direnişin fitilini ateşledi. Bu akşam tüm renkler tek renk olmuştu. Tüm farklılıklar bir kenara atılmış, birlik olunmuştu. Biz bu akşam sadece “Türkiye”ydik. Ben yoktu biz vardık. Onlar yoktu bizler vardık.

Direniş meşalesi yakılmıştı.Millet, vatanını kurtarmaya yemin etmişti. Dedelerine olan vefa borcunu ödemeye hazırlanıyorlardı. Her kadın bir Nene Hatun’du bu gece. Her genç, her çocuk birer Mehmetçikti. Murat, Dedesine sordu.

-Dede ne oluyor ya? Ne dedi, reis ben anlamadım.

Yusuf Dede, pencereye doğru baktı. Yıldızların bir başka parladığını gördü. Sanki onları çağırıyordu.

-Çocuklar size bir hikaye anlatmıştım. Maraş’ta gavurların işgaline karşı onların binalarını yakarak işgalin kalkmasını sağlayan, daha on dördündeki Osman’ın hikayesiydi hani.

-Hatırladık dede, hatta öyle bir gün gelirse siz de aynısını yapacaksınız diye yemin ettirmiştin.

-Eh,işte o gün bugündür çocuklar. Yeminimizi yerine getirme günüdür bugün .Vatana sahip çıkma günüdür. Dolabım üstündeki bayrakları alın hemen gidiyoruz.

Evden çıkmışlardı. Sokaktaydılar. Bin yıllık intikamlarını almaya çalışanlara karşı onlarda sokaktaydılar.İstanbul’da direnişin iki büyük adresi vardı. Biri Yeşilköy Havalimanı biri de, Boğaziçi Köprüsüydü. Yollarını köprüye çevirmişlerdi. En büyük mahşer oradaydı çünkü.

Boğaziçi Köprüsü’ndeydiler. Her taraf kırmızıydı. Bir tarafta şehit kanı, bir tarafta Türk bayrağı vardı. Önündeki insanin vurulduğunu görmesine rağmen, hemen onun yerine geçenler vardı. Hainler kinlerini kusarken. Onlara karşı duvar olanlar vardı. “Tekbir getirin, gerisi kolay” diyenlerin iradesi vardı. Bir milletin, bin dokuz yüz on beşteki şehit dedelerinden aldığı emaneti sahiplenmesi vardı. On beş Temmuz dirilişin, yükselişin, şahlanışın, tarihi olmuştu. Vatan evlatlarında ise ecdadından aldığı emaneti sağ salim taşıyabilmenin mutluluğu vardı.

Meclis bombalanmıştı. Milli iradenin, millet iradesinin bükülmez bileği bükülmeye çalışılmıştı. Niye? Çünkü millet güçlenmesin diye. Reis-i Cumhur’dan aldığı güce yenisi eklenmesin diye.

TRT işgal edilmişti, hainlerin lafları okutuluyordu. Tüm televizyon ve gazete binalarına saldırıyorlardı. Halkı bilinçlendirmesinler diye. Beştepe, emniyet müdürlüğü, genelkurmay başkanlığı hepsi hedefleriydi. Ama unutuyorlar diki bu milletin vereceği başka bir vatanı yoktu. Tutacağı başka bir bayrak yoktu. Hiç ummadıkları bir şekilde karşılarında halkı gördüler. Karşılarında mümin kardeşleri için okunan selalardan güç alan, Ümmet-i Muhammed’i gördüler. Karşılarında tüm cihandan aldığı dualarla güç bulan bir millet vardı.

Yoğun bir şekilde ateş yağmuru vardı köprüde. Hainler gökten ölüm saçıyorlardı. Her yerde ki militanlarıyla, insanları sindirmeye çabalıyorlardı. Her ateşte bin bir ah işitiliyordu. Her atakta sayısız şehit veriliyor, yaralananlar oluyordu.

Murat sordu,

-Dede,Ne istiyor ki bunca insani öldürüyorlar?

Yusuf Dede gözlerini yere doğru cevirdi, hala ateş sesleri insanin kulaklarını tırmalıyordu. Etrafındakilere baktı. En ileriye hainlere cephe almış insanlara baktı. Derin bir nefesle, koluna bulaşan kanı eliyle yokladı. Hala sıcaktı. O kan, bayrağın kırmızısına eklenen yeni bir damlaydı. Bir köşede bir küçük pet şişe suyla abdest almaya çalışan delikanlıya gözü ilişti. Diğer bir yerde yaralılara yetişmeye çalışan kızları gördü. Fedakarca, bir an dahi geri çekilmeyi düşünmeyen insanları gördü. Sonra, Hemen önünde yatan şehitte baktı. ve Murat’a dedi ki,

-Ruhumuzu istiyorlar. Çanakkale’de, Malazgirt’te, Kut’ta aldığımız zaferlerin kaynağını almak istiyorlar bizden. İstiklal Harbi’nde, İstanbul’un Fethi’nde yendiklerimiz intikam için tüm güçleriyle saldırıyorlar ama, mücadele burada bitmez, bitmeyecek.

Yusuf Dede ruhunda bir ateş hissetti. Bitmeyecek, sönmeyecek bir ateş. İşte o an koştu olağan gücüyle. Koştu aslanlarının yanına. Koştu, Fatih’in torunlarının yanına. Kalmasın yetim, öksüz millet diye koştu. Sanki Sırat Köprüsünden geçecekmiş gibi koştu. Sanki Leyla’sına kavuşan Mecnun gibi koştu. Sevdiğine koştu. Ve bir an gözleri karardı. Duraksadı bir an. Bir acı hissetti bedeninde. Gözlerini koluna çevirdi. Kan akıyordu. Arkasına baktı Ömer ve Murat korkulu gözlerle ona bakıyordu. Kendini zorladı. Gitmeliydi çocuklarının yanına. Bitirmemeliydi mücadeleyi. Bir an geçirdi içinden keşke genç olsaydı. Bedeni zayıf düşmesiydi keşke. Bedeni ruhunu taşıyamıyordu. O coşkuyu taşıma dirayeti yoktu bedeninde. Birkaç adım atmaya yeltendi ama, yapamadı. Kendini şehit kardeşlerinin arasına bıraktı…

-Dede hadi!

-Hemşire abla, gözlerini açıyor.

-Çabuk koşun uyandı.

-Çocuklar kenara çekilin.

-Şükürler olsun yarabbim.

-O bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacak bunu asla unutma.

Yusuf Dede yavaş yavaş gözlerini açıyordu. Hastane odasındaydı. Ne oluyor diye etrafına bakıyordu. En son köprüdeydi. Hemşire konuşmaya başladı.

-Gayet iyisiniz amcacığım.Değerleriniz iyi. Kurşun kolunuzu sıyırmış. Denk gelmemiş. Merak etmeyin.

Hemşire odadan çıktı. Dede iyice kendine gelince Ömer ve Murat’a döndü.

-Çocuklar ne oldu yapamadılar değil mi? Püskürttük değil mi saldırıyı?

- Elhamdülillah başaramadılar dede. Sen yere düştükten sonra saldırmaya devam ettiler.F-16’ların sesleri, sela seslerine karışıyordu. Her dakika yeni insanlar geliyordu. Hiç boş kalmadı köprü. Sonra köprünün dışına çıkardık seni ağabeylerin yardımıyla. Orada baya bekledik. Bir ambulans geldi sonra. Hastaneye getirdik seni. Ablaları gizlice dinledim, kolunu sıyırmayıp, vurulsaymışsın ölecekmişsin.

Yusuf Dede o an sanki yeni doğmuş bebeğini, ilk defa kucağına alan bir anne gibiydi. Büyük bir coşku, mutluluk yaşıyordu. O an Murat ve Ömer’e baktı. İkisi de büyük bir mutlulukla dedelerini izliyordu.

Ömer konuşmaya başladı. Sesi titriyordu.

-Bir ağabey vardı sonradan televizyonda gördüm. Adı Abdullah Tayyip’miş. Senin başında beklerken koşarak yanımızdan geçti. Daha on altı yaşındaymış. Babası gelme demesine rağmen gelmiş köprüye. Babası Erol Olçak’mış, reis’in reklamcısı olan. İkan etmeye çalışıyordu hainleri ama, acımadan öldürdüler onu.Babasının yanına koşunca da onu şehit ettiler.

Yusuf Dede’nin gözleri dolmuştu, daha ilk cümlelerden. Sadece şunları diyebildi,

-O kahramanların çocukları sizlersiniz.Onları asla unutmayın.Onlar, siz onları unutunca ölürler. Hatırladıkça yaşarlar.

Vakit şimdi zaferin kutlanmasıydı. Aynı niyette olanlara bir daha, bir daha hatırlatılmalıydı vatanın sahipsiz olmadığı. Hastaneden çıkınca, demokrasi nöbetlerini onlarda tuttular. Onlar da anlattı yedi düvele bu vatanın sahipsiz olmadığını. On beş Temmuz’dan yirmi üç gün sonra bu sefer buluşma yeri Yenikapı’ydı.

-Dede, Hadi geç kalacağız.

-Saat beşteymiş miting hızlı olun

-Tamam ya sıkıştırmayın geldim işte.

-Haydi gidelim artık. Bayraklar yanınızda değil mi?

-Evet yanımızda.

Demokrasimizi, bağımsızlığımızı, beraberliğimizi, kardeşliğimizi kimseye vermedik. İradenin sadece millet olduğunu, dosta düşmana anlattık. Milli iradenin büyüklüğünü herkese gösterdik. Demokrasinin tek liman olduğunu tüm dünyaya kanıtladık.

Demokrasimiz ve şehitlerimiz için Yenikapı’yı gidiyorlardı.Yine Eyüp’ten çıktılar yola ama, bu sefer zaferin huzuru var gönüllerinde. Birliğimizin kanıtlanmasının haklı gururu var yüreklerinde. Milli iradenin, halk tecellisinin mutlakıyetinin saadeti var. Toprağa düşen canların acısı var en derinlerde. Gözlerde yaş, ellerde bayrak, dillerde tekbir. Zaferimiz kutlu olsun. Beraberliğimiz daim olsun. Din-i İslam muzaffer olsun. Sefer bizim zafer Allah’ın olsun.


Yorumlar


  • Instagram
  • Twitter
  • Google+
bottom of page