Kırmızı Sultan
- Emir Talha Atıl
- 29 Ağu 2018
- 6 dakikada okunur
-Gerçek ve Yaşanmış Bir Hikaye-

“Babacığım Ramazan’lar zengin olabilirler ama Ramazan’ı tanırım tekin değildir. Verme Sultan’ı ona. Bir tek kızın var senin. Paradan başka şeyleri de düşün.”
“Laf ağızdan bir kere çıkar Ahmet. Verdik bir kere kızı. Hem bak Sultan da seviyor oğlanı, daha ne. Kime kısmet olmuş hem sevdiği hem zengin biriyle evlenmek Konya’da ha!”
“Cidden seviyor musun bu oğlanı Sultan? Çocukken iki görmüşsün seviyorum diye dolanıyorsun.”
“Seviyorum abi. Çocukken tanıştık biz onunla sınıf arkadaşıydık. Babamlar haklı abi lütfen karşı çıkma sende”
“Ne yaparsanız yapın ama benim rızam yoktur bu işte” dedi Ahmet ve kapıyı şerçte kapatarak odadan çıktı.
“Aman senin izninde çok lazımdı ya sanki” diyerek Ahmet’in arkasında küçümseyen bir bakış attı Şerif Bey.
Sultan’ın üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Çocukken beraber okuyup aşık olduğu, mektuplaştığı biricik sevgilisine varacaktı ama abisinin rızası yoktu. Abisinin onun her zaman iyiliğini isteyeceğini biliyordu. Abi kardeş çokda severlerdi birbirlerini, ama Ramazan’ı da çok seviyordu. Abisinin anlattığı Ramazan ile tanıdığı Ramazan’ın arasında dağlar kadar farklar vardı. Ama Sultan’ın sevdası ağır basıp evlenmeyi tercih ediyordu. Hem Ramazan polis çıkacaktı okuldan. Komiser karısı olacaktı. Bir elini sıcak sudan soğuk suya koymayacaktı, öyle demişti Ramazan. Sultan, tüm yüreğiyle inanıyordu ona.
Sultan ve Ramazan bir yaz günü Ahmet’in gelmediği bir düğünle evlendiler. Abisinin gelmesini çok istedi yalvardı, yakardı ama gelmedi abisi. Sadece bununla kalsa iyi, abisi bir daha yüzünü Sultan’a göstermedi. Çok kızmıştı ona. Nasıl benim sözümü çiğner de o adamla evlenir diye. Hatta “Sultan diye bir kardeşim yok” dediğini bile duydu konu komşudan. İçi burkuldu, pişmanlık hissetmeye başladı ama Ramazan’a olan sevgisi yine ağır baştı çünkü o aşıktı.
Ne kadar abisiyle arası kötü olsa da Ramazan’la çok mutluydu. Çocukluk hayali gerçek olmuştu. Ayni evde aşkıyla beraber yaşıyordu. Kısa zaman sonra Ramazan okulundan mezun oldu. Artık Ramazan polisti. Tayini Hakkari’ye çıkmıştı. Taşı tarağı toplayıp sevinçle gittiler. Sevinçle gittiler çünkü Ramazan’ın babası tanıdıklarını araya koyarak Ramazan’ı vali koruması olarak tayin ettirdi.
Hakkari’de güzel şartlarda yaşıyorlardı, güzel bir lojmandaydılar. Hayat Konya’ya göre daha güzeldi. Sultan’ın konuşacağı, arkadaşlık edeceği pek arkadaşı yoktu ama ara sıra mahallelerindeki PTT’ye giderek annesi ve babasıyla konuşması ona yetiyordu. Abisi telefonlarına cevap vermiyordu ve hala Sultan’a dargındı. Bir süre sonra annesi, Ahmet’in evlenip Ankara’ya göçtüğünü söyledi.Ondan sonra abisiyle bağları hepten koptu. Ama buna rağmen mutluydu. Çünkü biricik sevdası Ramazan ile beraberdi.
Hakkari’ye geleli epey zaman geçmişti, vali ve eşi polislere bir yemek veriyorlardı. Sultan büyük bir şevkle kumaşçıya gitti ve en sevdiği renk olan yeşilden kumaşlar aldı. Terziye gitti güzel bir abiye diktirdi. Hayatında ilk defa abiye giyecekti. Gelinliğini bile çok yadırgayarak girmişti. Alışık değildi böyle kıyafetlere, sonuçtu gariban bir aileden geliyordu. O kadar heyecanlıydı ki terzi iğneyle ölçü alıyorken yerinde duramadığı için kaç defa iğneyi ona değdirmişti. Çok mutluydu. Sevdiği bir kocası ve güzel hayatı vardı.
Valinin yemek vereceği gün geldi. Kaç gün önceden hazırlatılıp, nerdeyse her gün giyip kendine aynada saatlerce baktığı yeşil abiyesi üstündeydi. Ramazan’ın kolunda restorana girdiler. Tüm polisler ve eşleri oturmadan önce valiyle selamlaşıyorlardı. Valinin önünde bir sıra oluşmuştu, onlar da sıraya girdiler. Sıra onlara gelmeye yakın valiyle eşini daha yakıdan görmeye başlamışlardı. Vali siyah bir smokin giymişti, eşi ise kırmızı bir tuvalet giymişti ve üzerindeki taşlar parıldıyordu. Taktığı kolye ve küpeler göz dolduruyordu. Elindeki altın renkteki çanta göze çarpıyordu. Ramazan, Sultan dönerek ondan hiç işitmediği bir kaba üslupla valini eşini göstererek
“Bak kadın ne kadar güzel giyinmiş. Ne kadar güzel olmuş sen ne giymişsin paçavra” dedi Ahmet.
Sultan dumura uğramıştı. Onca uğraşarak, beğenerek diktirdiği elbiseye aşık olduğu adam “paçavra” diyordu. Kaç haftadan beri Ramazan’da bir soğukluk hissediyordu zaten. Ona kötü davranmaya başlamıştı. O güzel cümleler, iltifatlar artık yoktu. Sanki artık Ramazan onu sevmiyor gibiydi. Sevdasını dile getirdiği o güzel mektupları yazan adam yoktu artık. “Aşkım” diye kendisini çağıran biricik Ramazan’ının yerine kaba saba bir herif gelmişti. Onca yaşadıkları güzel şey boşuna mıydı? Saadetleri geçici bir heves miydi? Hayır değildi, bundan emindi lakin. Davranışlar bunu göstermiyordu
Bu “ paçavra”nın uğrattığı dumurdan çabucak çıktı. Vali ve eşiyle selamlaştıktan sonra yerlerine oturdular ve gece boyunca birbirleriyle hiç konuşmadılar. Sultan üzüntüsünden gizlice ağlamaya başladı ama Sultan’ı dumura uğratacak, üzecek asıl şeyler daha yaşanmamıştı bile.
Yemekten sonra eve gittiklerinde. Saatlerce aynı odada kaldılar ve hiç konuşmadılar.”Bu sessizlikte deliler gibiyim” der ya Zarifoğlu. Gerçekten de Sultan’ın yaşadığı da oydu. Sonra Ramazan Sultan’ın yanına büyük bir hışımla geldi ve ona tepeden bakarak
“Artık benden izinsiz hiçbir şey yapmayacaksın. Evden çıkmak yok.. Milletle asla konuşmayacaksın. Konya’dakilerle de görüşmeyeceksin. Senin bacaklarını kırarım” diyerek Sultan’ın saçlarından tutarak yukarı çekiştirdi. Öyle acımıştı ki başı var gücüyle çığlık atmıştı. Ramazan ağzına bir yumruk attı ve
“Sen bana daha bir çocuk doğurama sonra gez dolaş, oh ne ala” diyerek yumruk ve tokatları ardı ardına Sultan’a doğru yöneltti. Sultan’a aldığı darbelerden çok, duyduğu laflar dokunuyordu. Dediği doğruydu ona bir çocuk verememişti, Allah nasip etmemişti ama bu onların saadetine engel miydi? Daha çocukken, sınıf sıralarında başlayan bu aşk, bir çocuğun olup olmamasına göre mi şekillenecekti veya bitecekti? Bu gerçek aşıkların yapabileceği bir şey miydi? Ramazan’ın Sultan’a reva gördükleri aşkın göstergesi midir? Attığı tokatlar sevgisinin bir işareti midir? Savurduğu tekmeler sevdasının nişanesi midir?
Evet demek çok mantıksızdı ama Sultan Ramazan’a o kadar bağlıydı ki rahatlıkla “evet” diyebiliyordu. Ramazan’ın bunu kendi iyiliği için yaptığına ve hala onu sevdiğine inanıyordu.
Sultan bu zulmü, şiddeti epey vakit gördü ve sesini çıkarmadı. Ama bir gün, hiç sesini çıkarmayan Sultan bir cümleyi duyduktan sonra Ramazan’ın paçasına yapışıp yapmaması için yalvardı. Çünkü bu ona yediği onca dayaktan, dayandığı onca acıdan çok daha keder veriyordu ona, yüreğini acıtıyordu.
“SENİ BOŞAYACAĞIM”
Sadece iki kelimeden oluşsa da altında binlerce anlam yatıyordu bu cümlenin. En önemli anlamı, kabul etmek istemeyip hep zihninden çıkardığı gerçekti.
“ O ARTIK BENİ SEVMİYOR”
Ne kadar kabullenmek istemeyip aklından çıkarsa da, o acı gerçek kendini göstermişti tüm çıplaklığıyla. Bu çıplaklık ona çok ama çok fazlaydı. Zihin sağlığı buna izin vermiyordu, çünkü o gerçekten Ramazan’a bağımlı hale gelmişti. Onsuz bir yaşamı Ramazan’ın yaptıklarına rağmen düşünemiyordu.
Kısa bir süre sonra Sultan’ın tüm itirazlarına rağmen boşandılar. Bir otobüse binip doğruca Konya’ya gitti Sultan. Doğruca babasının evine koştu. Ailesine koşup hasret gidereceklerdi. Ailesi ona sahip çıkacaktı. Belki Ramazan ile aralarını düzeltirlerdi. Biricik aşkına yeniden kavuşurdu. Tüm bu ümitleri, öğrendiği gerçeklerle tarumar oldu.
Babası yoktu. Annesi yoktu. Sordu herkese ama hiç aklına gelmeyen bir cevap aldı. Babası ve annesi Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Ramazan’ın yasakları yüzünden Sultan’a haber verememişlerdi. Mezarlarına gidip bir Fatiha okumaktan çok elinden bir şey gelmedi elbet. Acıyla baktı mezarlarına.bir üzüntü daha eklenmişti yüreğine. İçinden babasına kızmak geçiyordu. Niye beni yalnız bıraktın diyerek. En çok ihtiyacım olduğu zaman neden gittiniz diye söylendi. Ama Bunları zihninden çıkarmak istiyordu çünkü sonuçta o bir ölüydü ve ölünün arkasından konuşulmazdı.
Sultan kendine yaşayacak bir yer aradı durdu. Kaç gün sokakta kaldı.Sonuçta gariban bir aileydiler. Evleri, mülkleri veya birikimleri yoktu Belediyenin soğuk bankları ona yuva olmuştu. Sultan’a sahip çıkacak bir tek bu banklar kalmıştı. Sonunda kafasını sokacağı bir yer buldu. Burası kömürlüktü. Haftalarca soğukta, terk edilmiş bir kömürlükte yatıp kalktı ama bunlar ona acı vermiyordu. Ona acı veren asıl şey sevdalandığı adamdan uzaklığıydı. Belki şu kapıdan içeri girer “hadi eve gidiyoruz” derdi. Hep bunun hayalini kuruyordu.
Belki Ramazan geri dönerdi. Belki çocukluklarını hatırlardı. Her daim umudu tazeydi yüreğinde. Her gün biraz daha tazeleniyordu umutları. Her an kömürlüğün kapısından Ramazan’ın hayalini kuruyordu. Bir ara düşündü. Valinin karısını hatırladı. Kırmızı elbisesini ve Ramazan’ın onu beğendiğini hatırladı. Yeni bir umut daha filizlendi yüreğinde. Belki kırmızı giyinirse Ramazan onu beğenir ve bir daha evlenirlerdi. Bu umudun verdiği şevkle. Yemek bulmak için karıştırdığı çöpleri bu sefer kırmızılı kıyafetler bulmak için karıştırdı. Bulduklarını giydi. Bulduğu kırık dökük takılar taktı. Ve yeniden tazelenen umuduyla yuvası kömürlüğe geri döndü.
Umutları elbet boşa çıktı Ramazan’ı bir daha görmedi. Bir vakitten sonra durumu kabullenmeye başladı ama kırmızı giyinmeyi de asla bırakmadı. Çünkü bu kırmızılık onun bir zırhı olmuştu adeta. O kırmızı elbiselerine o kadar bağlanmıştı ki ara sıra gelip ona yardıma gelen insanların getirdiği kıyafetleri giymiyor sadece kırmızı olanları giyiyordu.
Bir sabah uyandığında tepenin arkasında çıkan güneşin yanında yeni bir güneş daha doğdu. Onun her daim yanında olan, iyiliği için elinden geleni yapan abisi onu buldu. Sultan’ın durumunu duyunca doğruca Konya’ya gelip sorup soruşturup bulmuştu kardeşini.
Önce kapıyı araladı yavaşça Ahmet. Sultan ayakta çöpten bulduğu ekmeği kemiriyordu sırtı kapıya dönüktü. Arkasına doğru yöneldi Sultan. Bu tanıdık sima kimdi, bir an tanıyamadı. Ama bu adamın yüreğinden yansıyan muhabbeti yüzünden anlayabildi. Ahmet, yüzündeki gülümsemeyle Sultan’ı tepeden tırnağa süzdü. gerçekten hali perişandı. Ama Sultan’ın yüzündeki o sevimlilik hala taptaze duruyordu. Bir an birbiriyle böyle bakıştılar. Ahmet kollarını iki yana açtı. Kardeşini kucaklamak için. Yavrularını korumak için kanatlarını geren bir kuş misali biricik Sultan’ını bekliyordu. Sultan, güneşe doğru yüzünü dönen günebakanlar gibi biricik abisine koştu. Bir nehrin akısı gibi, bir rüzgarın esişi gibi abisinin kullarına kavuştu.
Bu kavuşma Sultan için çok hayırlı bir haberdi. Abisi ona aynı çocukluğunda olduğu gibi sahiplendi derdine derman oldu. Doktorlara gittiler derdini öğrendiler dermanı buldular, ama elbette o kırmızı kıyafetlerin yenisi alınsa dahi yenilerde kırmızı alındı. Onun dermanını bulamadılar. Bulmasınlar da kırmızı, Sultan’a çok yakışıyordu. Ne gerek vardı ki zaten farklı farklı giyinmeye. Kötülüklerle dolu bu dünyada bir kişide aşkıyla varolsun. Aşkına olan umuduyla varolsun. Dünyada herkes para için mevki için dertlenirken birimizde aşkı için dertlensin Bu dünya için çok mu “iyi” bir şey?
Abisi onu kendi evine Ankara’ya götürmek istedi ama o Konya’yı memleketinden ayrılmak istemedi. O böyle istediği için Abisi ailesiyle beraber Konya’ya taşındı. Sultan yük olurum korkusuyla yalnız yaşamak istedi, abisinin ısrarlarına rağmen onunla beraber kalmadı. Abisi de ona kendi evini dibinde tek odacık bir ev inşa etti.
Bugün Sultan o tek odacık yuvasında kırmızı elbiseleri, makyajı ve takılarıyla mutlu. Ve hala kırmızı…
Yorumlar